Kocakarı ile Ömer (Günümüz Türkçesi)

Soylu üstadım Ali Ekrem Bey’e

Yok ya Abbâs’ı bilmeyen, kimdi?
O sahabeyi dinleyin, şimdi:

Bir karanlık geceydi pek de ayaz...
İbni Hattâb’ı görmek üzere biraz,
Çıktım evden ki yollar ıpıssız.
Yolcu bir benmişim meğer yalnız!
Aradan geçmemişti çok da zaman,
Az ileriden yavaşça belirdi,
Karanlığın içinden bir muamma gibi,
Ansızın heykel yapılı bir Arap
Bembeyaz bir hırka içinde garip,
Geliyor durmadan heybetli heybetli
Ben sokuldum, o geldi, yaklaştık;
Durmadan karşıdan selâmlaştık.
Düşünürken selâm alan sesini,
O karaltı uzandı tuttu beni:
Bir de baktım, Ömer değil miymiş!
— Ya Ömer! Böyle geç vakit, bu ne iş?
— Şu mahalleleri devre çıkmıştım...
Gel beraber benimle, üç beş adım.

Ne ses var ne de gezip dolaşan bir uyanık;
Bir ahiret sessizliği içinde her yer
Ömer hakkın koruyucusu olmuş gezer...
Şu yatan beldenin huzuruna bak!
O gökler kadar yücelmiş alın,
Çakarak sinesinden ufukların
Bir an bile sönmeyen bakışıyla
Uyanık bir yıldız sanki nurdan bir halka
Duruyor her evin önünde Ömer,
Dinliyor, habersiz içerdekiler.
Geçmedik en harap bir yapıyı,
Yokladık sağlı sollu her kapıyı.
Geldik artık Medine'nin dışına;
Bir çadır gördü, durdu kaldı yine.

Ocak başında oturmuş bir ihtiyarca kadın.
“Açız! Açız!” diye feryat eden çocuklarının,
Karıştırıp duruyorken pişen yemeğini;
Çıkardı yuttuğu yaşlarla çırpınan sesini:
— Durun yavrularım, işte şimdi pişecek...
Fakat ne hâl ise bir türlü pişmiyordu yemek!
Çocukların yeniden başlamıştı inleyişleri...
Selamı verdi Ömer, daldı sonunda içeri,
Selamı aldı kadın pek asık bir yüzle.
— Bu yavrular niçin, ağlıyor ey teyze, söyle?
— Bugün ikinci gün, aç kaldılar...
— O halde, neden
Biraz yemek koymuyorsun?
— Yemek mi? Çömleği sen,
Tirit mi zannediyorsun? İçinde sadece su var;
Çakıl taşıyla beraber bütün zaman kaynar!
Ne çare! Belki susarlar, dedim. Ayıplamayın.
— Peki, senin kocan, oğlun, ya kardeşin, ya dayın...
Tek erkeğin de mi yok?
— Hepsi öldü... Kimsem yok.
— Senin midir bu küçükler?
— Torunlarım.
— Ne de çok!
Adam, Halife'ye gidip söylemez mi hâlini?
— Ah!
Halife'ye, öyle mi? Kahretsin en kısa zamanda Allah!
İkbal bayrağı çok yakın zamanda yerlerde sürünsün...
Ömer, belasını dünyada isterim bulsun!
— Ömer, ne yaptı teyze, böyle beddua edecek?
— Ya ben yetim avuturken Halife uyur mu gerek?
Onun idaresindeyiz, bizler ona Allah'ın emanetiyiz;
Gelip de bir aramak yok mu?
— Haklısın ancak
Zavallının işi pek çok, zaman bulup gelemez;
Gidip de söylememişsen ne haldesin bilemez.
— Niçin hilâfeti vaktiyle kabul etti?
Sonunda böyle çürük özrü kim kabul eder?
Zavallının işi çokmuş!.. Nedir, savaş mı?
İşitme sen de etrafında inleyen elemi,
Medine halkını çıplak bırak, Mısır’da dolaş...
“Gazâ! Gazâ!” diye git soy dünyayı, gel paylaş!

Çocukların bu sefer yükselince feryadı,
Kadının öfkesi daha çılgın bir hâl aldı artık
— Şu bağrışlar ki çıkar ta bulutların içine;
Ömer! Lanet yıldırımları olur, iner tepene!
Yetimin âhını yağmur duası zannetme:
O çığlık beklenmedik gök gürültüsü ki gönderir yokluğa!
"Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver..."
“Susun yavrularım, işte oldu, şimdi pişer!”
Gidip de söyleyeyim ha!.. Dilencilik yapamam!
Ömer de kim? Benim ondan daha cömert adamdı babam,
Ölür de yüz suyu dökmem sizin halifenize!..
Ömer vuruldu bu son sözle...
— Haklısın teyze!
Avut çocukları, ben şimdi gider gelirim.

Halife önde, bitik, suçlu, kırılmış, pişman;
Ben arkasında, perişan, çadırdan ayrıldık.
Sabaha karşı biraz başlamıştı aydınlık.
Köyün köpekleri ejderha gibi saldırıyor,
Bırakmıyor bizi yoldan, fakat kim aldırıyor?
Medine'nin dalarak eğri büğrü sokaklarına;
Dönüp dönüp hele geldik yiyecek ambarına.
Halife girdi açıp ben de girdim emriyle.
Arandı her yeri, bir mum yakıp aceleyle
— Şu tek çuval unu gördün ya! Haydi yükle bana;
Bu testi yağ doludur, elverir o yük de sana.
Çuval Halife'de, yağ bende çıktık ambardan;
Kilitleyip geri döndük deminki yollardan.
Baktım mesafe uzun, yük yaman, Ömer yaralı;
Dedim ki:
— Ben götüreydim... Verir misin çuvalı?
— Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın:
Vebali kendine aittir İbni Hattâb’ın.
Kadın ne söyledi Abbâs, işitmedin mi demin?
Yarın, Allah'ın huzurunda kimseler, Ömer’in
Zararını ortak olmaz, bugünlük olsa bile;
Evet, hilâfeti yüklenmeyeydi vaktiyle.
Dicle kenarında bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de Allah'ın adaleti sorar Ömer’den onu!
Bir ihtiyar karı kimsesiz kalır, Ömer sorumlu!
Yetim acıların gözyaşında boğulur, Ömer sorumlu!
Yoksulların yuvaları ilgisizlikten yıkılsa
Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!
Yeryüzüne zulümle bir damla kan dökünce biri:
O damla bir koca girdap olur boğar Ömer’i!
Kırılan her kalpte Ömer'in adı duyulmakta
Matemin olduğu her yerden Ömer kovulmakta!
Ömer halife iken başka kim sorumlu tutulur?
Ömer ne yapsın Allah'ım, insan zalim ve cahildir!
Ömer’den isteniyor beklenen Muhammed’den...
Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu yükü sırtına sen?

— Sen almasan acaba kim gelip de senden iyi,
İdare edecek düştüğün bu mücadeleyi?
Evet, adâleti "mutlak" hayal edersen eğer,
Ömer değil ya ne olsan bırak ki hepsi boşa gider!
İnsan, adâleti "mutlak" olarak düşünürse
Görür ümidini mahkûm her zaman ümitsizliğe
Sen ey Ömer, ne meleksin ne de zalim bir halifesin...
Fakat elinde ne var? Mazlum yaratılmıştır insan!
Görür gökyüzündeki bütün yıldızları
Karanlık içinde, yük altında inleyen Ömer’i!
Allah'ın huzuruna çıkarken bu unlu yüzünle,
Değil yeryüzünü, şahit tut gökyüzünü bile!
— Uzak mı yol? Daha çok var mı?
— Ancak üç beş adım.

Gücü kalmamış artık zavallının... Baktım:
Olanca azmini toplayıp, nefes nefese;
Yavaş yavaş yürüyor. Geldi bin bela ne ise!
Sokuldu çadıra, indirdi arkasından unu:
— Bırak da testiyi yerleştirin kenara şunu.
Hemen çakılları çömlekten indirip attı;
Uzandı testiye, yağ koydu, sonra un kattı.
Oturmak istedi fakat belaya bak ki: Ocak,
Hemen sönüp gidecek...
— Teyze, yok mu hiç yakacak?
Kadın getirdi beş on parça yaş diken Ömer’e;
Ömer de yakmak için büsbütün serildi yere.
Ocak tüter, Ömer üfler ateşli nefesiyle;
Yeri, darmadağınık beyaz sakalıyla
Tevazu ile secde eder gibi devamlı süpürür
İçinde ruhu yanar, yüzünde ter köpürür!
Döner bakışlarının çevresinde yığın yığın duman;
Bulut geçer gibidir yıldızın nurdan ipliklerinden!

Ocak tutuştu, yemek pişti;
— Var mı teyze kabın?
Getir de indirelim...
— Var büyükçe bir kap, alın.
Yemek sıcaktı, fakat kim durup da bekleyecek!
Ömer, çocuklara bir bir yedirdi üfleyerek!
Kesildi çadırda matem, uyandı neşeli ruhlar;
Çocuklar oynaşıyorlar, kadın övüngen ve mutlu
Ömer bu âlemi gördükçe kendinden geçmekteydi
Dedim...
– Sabah oluyor kalkalım...
– Evet, haydi!
Yarın Halifeliğe gel teyze, öğleyin beni bul:
Halife'ye söyleriz, elbette bir hayır umulur

Yüzü gülmüştü teyzenin baktık,
Biz de çıktık veda edip artık.
Hiç görünmeksizin gelip geçene,
Doğru indik Halife'nin evine.
"Şimdi nerdeyse gün doğar, kalıver"
Diye koyvermiyordu çünkü Ömer.
Az sonra sabahın gürültüsü
Uyuyan şehri tamamen uyandırdı

Öğle geçmişti, çıktı geldi kadın.
— Galiba teyze, uykusuz kaldın!
İşte bağlanmak üzeredir nafakan,
Alacaksın her ay gelip buradan.
Şimdi affeyledin, değil mi beni?
— Böyle göster fakat adâletini.

Mehmet Akif Ersoy

Notlar:

Ali Ekrem (Bolayır): 1867-1937 yılları arasında yaşamış olan şair, yazar, devlet adamı. Namık Kemal'in oğludur. Servetifünun döneminden başlayarak Cumhuriyet'in ilk yıllarına kadar eser vermiş olsa da daha çok Servetifünun sanatçısı olarak bilinmektedir.
Abbas: Hz. Peygamber'in amcası.
İbni Hattâb: Hz. Ömer, İslam halifelerinin ikincisi.
tirit: Et suyuna kızartılmış veya bayat ekmek konularak yapılan yemek.

İlgili Sayfa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Desteğiniz bizim için önemli. Daha iyi içerikler üretebilmemiz için hem "Takip Et" butonuna tıklayarak hem de yorumlarınızla bize destek olabilirsiniz. Ayrıca sayfaya daha rahat ulaşmak için sayfamızı sık kullanılanlar klasörüne eklemeyi unutmayınız.