Kediler Hikayesi

Sami Paşazade Sezai'nin "Kediler" adlı hikayesinin günümüz Türkçesiyle tam metni aşağıda verilmiştir. Kediler, yazarın "Küçük Şeyler" adlı hikaye kitabındaki öykülerden biridir:

Kediler

— Hanım! En son yanıtını isterim: Ya ben, ya kediler!
— Kediler!
Bir kocanın ümitsizliğe kapılması, bir kadının kararsız hevesleri, sevginin safa çimenleri üzerine temellerini gül dalından, kararsız sevda heveslerine karşı camlarını nurdan, binasını tülden yaparak döşediği evlilik sarayının çöküşü, hep bu birkaç kelimeden oluşan konuşmada idi.


Kediler! Öyle mi? Demek ki otuz üç yıllık tek vücut olmuş beraberliğin neticesi, evlilik bilmecesinin çözümü, bu yanıt oluyor. Otuz üç sene önce, evliliğin ilk aylarında, aşkın ebediliğine, sevdanın ölümsüzlüğüne yeminler eden âşıkların dilinden, kendisinin kedilere, her türlü mana ve güzelliklerden yoksun, keyfi bir isteğe feda olunduğunu duymak insanlık değerlerini ve karı kocalık şerefini ayaklar altına almak demek olduğundan, artık bu vaziyete bir son verme hususunda kati karar almıştı.
Zavallı koca! Karısının idare ettiği eve toplayıp aldığı yirmi otuz kedinin verdiği rahatsızlıklardan ve sıkıntılardan artık bıkıp usanmıştı. Evin içinde, ev sahibinden çok ev sahibiymiş gibi yürürken kuyruklarını kaldırıp bu mutsuz kocaya aşağılayan gözlerle bakarak dolaşan bu kibirli hayvanlar, kanepelerini işgal eder, koltuk iskemlelerinde uyurlar; o senenin soğuk kışında ısınmak için yaktığı ateşin karşısında düşünürler; sofalarında, odalarında kulak tırmalayan sesleriyle kavga ederlerdi. Küstah tavırlarını günden güne arttırarak çoğalan kediler, bu adama evinde oturacak bir yer bırakmamaya başladılar.
Bir sabah, pek erken uyanarak kendi halinde bir kahvaltı etmek için küçük odasına çekildiği zaman, sokakta bir takım çocukların ağladığını duyarak pencereden dışarı baktı. Kulağına gelenin kedilerin kavga sesleri olduğunu anlayınca aldandığından ötürü büyük bir öfkeyle sandalyesine oturdu. Sandalyeye oturduğu sırada, kaşının üst kısmı ve çenesi geriye doğru çekik, büyük ve biraz patlak gözleriyle bir arama hâli alan yüzünü iki yana döndürerek şaşkınlıkla çevresine bakınıyordu. Çünkü kedinin biri ekmeğini çalmış, öteki sütlü kahvesini içmiş, öteki de fincanını kırmıştı. Kendi kendisine ümitsizlik ve şaşkınlıkla, "Kime dert anlatmalı! Bu kibirli, vefasız, nankör hayvanların, kadınlar elbet de taraftarı olur. Zaten kedi, kadındır" diyordu.
Bir günlük uğraşının ürününün böyle boşu boşuna yok olmasından duyduğu üzüntüyle başını eline dayayarak pencerenin önünde oturdu. İşte orada, duvarın altında, kahvesini içen, ekmeğini çalan, fincanını kıran, kendisini sabah keyfinden eden; hülasa, evinde bütün rahat ve huzurunu ele geçiren kediler, güneşe karşı abanoz ağacı gibi cilalı, siyah, kar gibi beyaz, sarı benekli, parlak renkleri ve her an ve saniye renkleri değişen ışıklı gözleri, gözlerde bir gökkuşağı meydana getirdiği sırada, ön ayaklarını önce ağızlarına götürüp kadınlara has işveli bir tavırla yüzlerini temizleyerek bir gönül rahatlığıyla sabah kahvaltısını sindirmekte ve öğle yemeğine hazırlanmakta idiler.
Evin hanımı tarafından kendisine tercih edilen bu yırtıcı hayvanların ilgisiz hâlleri, öfkesine dokunarak sofaya çıktı. Orada, merdivenin orta basamaklarında, bıyıkları, yüzü, başı, siyah lekelere boyanmış beyaz kediyi görür görmez "Kahvemi sen içtin! Fincanımı sen kırdın! Öyle mi?" diyerek odasından bastonunu alıp ayaklarının ucuna basarak yavaş yavaş kedinin yanına sokuldu. Hazır eline fırsat geçmişken istediği gibi intikamını almak için vücudunun en can alacak yerini nişanladı. Bastonunu kaldırdı. Kedi kımıldıyor, kaçacak. Değneğini şiddetle üzerine indirir indirmez pek hızlı hareket edebilen bu haylaz hemen sıçrayınca ayağı kayarak büyük bir gürültü ile merdivenlerden aşağı yuvarlandı. Merdivenin altında kolunun sızladığından yakınırken varlığının öteki yarısı olan karısı karşısına çıkarak "Hiç kediye öyle vurulur mu? Ya bir yeri kırılsaydı..." deyince, zavallı herif şiddet ve öfkeyle "Ben sana şimdi gösteririm!" diyerek odasına çıktı. Hanımı da kendisini izleyerek büyük bir sükunet ve yumuşaklıkla diyordu ki. "Ne yapacaksın? Ne yapabilirsin? Söyle de ben de anlayayım?"
Bir camın arkasından görülen kıvılcım gibi renkli güzellikten yansıyan bir damla yaş çıkan büyük gözlerini; altmış yılın üzerinde işaretler, lekeler bırakarak geçtiği hanımının yüzüne çevirerek "Ne mi yapabilirim! Kaymakamlığa başvuracağım. Senin kedilerinden, yiyecek çalma, malımı zorla ele geçirme, eve saldırma dâvasına teşebbüs edeceğim. Bakalım, o zaman bu hırsızların, bu haydutların bir tanesini burada görebilir misin?"
Paltosunu, şapkasını giydi. Kapıyı kıracak gibi şiddetle çekerek evden çıkıp gitti.
Kaymakam beyefendi dert anlamıyor! Rossini neslinden gelen torunlarından olan bu müzisyen İtalyalı hürmet ve adalet ister. Bu şanssız koca, haklılığı konusundaki düşüncelerini ve adalet arayan yakınmalarını karşısındakinin zihnine sokabilmek için jimnastik yapar gibi ellerini kaldırarak bir acemi aktörü kıskandıracak abartılı tavır ve hareketler ile hakikati anlatmaya çalışıyorsa da mümkün olamayacağını anlayınca öfkeyle Adalar kaymakamı beyefendiye, "Herkesin karısının kaşına, gözüne, yürüyüşüne, giyinişine karışırsınız da benimkinin şu münasebetsiz sevgisine, şu muzır hayvanlarına karışmayı niçin reddediyorsunuz?" yakınmasıyla, ümitsizce evine dönüyordu.
Evine döndüğü zaman, kocasına inme ineceği korkusundan dehşete kapıldığı için titremeye başlamış, altmış yıllık başını sallayarak naz ve işve ile bir gözünü süzerek tebessüm eder gibi, "Sen memnun ol ki ben kedileri seviyorum! Ya bunların yerine herifleri sevsem..." dedi. O büyük, o buruşmuş yüzünün sarkık yanakları tebessüm haliyle geriye doğru çekilerek göz yuvalarının gölgesi içinde kalan sönük gözlerine gelen bir parlaklıkla söylediği bu şuhça düşünce, kocasına hem en hak verdirecek kadar parlak göründü. O gece sitemli bir tavırla hiçbir söz söylemeyerek yatağına girdi. Laf aramızda bu tebessüm, bu aşk iması, bu işve, bu okşayıcı davranış, kocasının ümitsizlik ve öfkesini epeyce teskin etmişti. Yatağına çekilip de üstün gelmiş bir tavırla uzattığı ayaklarının acı acı tırmalandığını hissedince telaş ve yürek çarpıntısı ile yorganını kaldırıp o büyük gözleriyle baktı. Kedi! Hem de sabah kahvesini içen beyaz kedi! Belki de bu haylazlar malda ve eşte ortaklık taraftarı idiler ki zavallının evliliğinin yatağında da yerleri vardı. Hanımının idaresinde söz sahibi olduğu bu evde kendisine başını dinlemek için hiçbir yer bırakmayan kediler, sonunda karısını da elinden almışlardı.
Gece yarısı verdiği kati bir karar üzerine, sabahleyin erken kalkarak ne kadar eşyası varsa bir sandığa koyup aşağıya, taşlığa indirdi. Arkasına paltosunu, başına şapkasını giyerek iplerle bağladığı sandığın üstünde oturmuştu. İşte o zaman, "Ya ben, ya kediler?" sorusunu sormuş ve kendisini ümitsizliğe düşüren "Kediler!" yanıtını almıştı.
Elveda! Elveda! Artık bir daha dönmemek üzere yola çıktı. Hüzünlü, düşünceli bir hâl ile küçüklü büyüklü bir takım evlerle dükkânlardan müteşekkil çarşıdan geçiyordu. Sokağın ortasında ayakları çıplak, elbiselerinin yırtık yerlerinden tenleri görünür bir takım sefil çocukların bağıra çağıra oynamalarını dalgın dalgın izledikten sonra, belki de güçsüzleri koruduğunu göstermek için sadaka vermek niyetiyle ceplerini birer birer karıştırıp yine belki de hiçbir şey bulamadığından yoluna devam etti. Biraz ötedeki meyhanenin, doğu şairlerinin hayallerinin parlaklığıyla yakılmış kandilin aydınlattığı karanlık köşesinde bir laterna bütün Ada halkını sarhoş etmekte idi. Sokakta, meyhanede laternanın çevresinde bir çok kişi hep bir ağızdan, Ada’nın sokaklarını çınlatan topluluk hâlinde dans ediyorlar, nişanlı kızların diliyle sevgililerine aşklarını ifade eden
Corcı. Corci, Çorca kim
Nisahiro. pulakim o!
şarkısını söylüyorlardı. Bulunduğu ümitsizlik ve hüzünlü vaziyetle alay eder gibi olan bu kadın kahkahalarının şamatası arasından geçerek "Cakomo" yolunu izlemeye başlayınca tabiat manzarasının güzelliği ve yüceliği, o geceyi geçirmek için bir sığınak arama konusunda kararsız olarak her yere bakan gözlerine pırıltılarla dolu göründü.
Hava güzel, rüzgâr dingin, Marmara lacivert idi. Bir daha dönmeyecek; buna karar verilmiştir! Otuz üç yıllık evlilik bağı kopmuş, artık bir başına kalmıştı. Şu yalnızlık tesirli değil mi? Otuz üç yıldan sonra her yerde, her şeye karşı yalnız! Bu geniş denize, bu uzak ufuklara karşı yapayalnız! Hatta gökyüzü bile, o lacivert gözleriyle kendisine sevecen ve acır gibi bakıyordu.
Bir yanı mavi atlas gibi hafifçe dalgalanan deniz, öte yanı yeşil bir hamail (muska) gibi yukarıdan aşağıya doğru sarkarak taze renklerini her mevsimde muhafaza eden çalılarla çam ağaçlarını aralayan bir yolu izliyordu. Derin düşünceler içinde yitmiş bir vaziyette, biraz deniz kıyısına doğru indiyse de önünde balık avlamak için bir kedinin sindiğini görünce hemen yolunu değiştirerek yokuşu çıkmaya başladı. Yörükali’ye (Büyükada’da bir koy) vardığı zaman, parlak bir sevgili olan güneş, sırma saçlarını kararsız bir safa içindeki denizin üzerine dökerek ışıktan yollar, altın işlemeli izler açtığı gibi karşı tarafta, uzaktan uzağa görünen sudan oluşan ufukları da bir âşık gibi heyecanlandırıyordu. Epey zaman denizin verdiği aşk sarhoşluğu içine dalıp gitmişken gerçeğin hayal kırıcı eli bütün vücudunu sarsarak kendisini bulunduğu sersemlik hâlinden uyandırdı. Saat ilerlemiş, öğle yaklaşmıştı. Evine bir daha dönmemek üzere verdiği karar, kati idi. Bu belli; ama öğle yemeğini nerede yiyecek? Akşam nereye gidecek? Geceyi nerede geçirecek? Bağımsız bir yaşam, kati bir karar, para ile olur; halbuki kendisinin sabah yemeğine bile yetecek parası yoktu. Karısının hazırlayarak şimdi sofranın üzerine koyduğu sabah yemeğinin dumanı gözünde tütmeye başladı. Sahilinde durup izlediği denizin dalgaları yavaş yavaş sahile çarptıkça kendisine, "Git, git, karına git!" diyordu. Ya kediler! Bununla birlikte, karısının "Sen memnun ol ki ben kedileri seviyorum. Ya bunların yerine erkekleri sevsem..." sözü akla yakın değil mi?
Issız bir dünyada yalnızlığını arttıran horozların garip sesleri bulunduğu yere geldikçe "Git, git, karına git!" diyordu. Kiliseler öğle vaktini ilan için çan çalmaya başladılar. O ıssızlık ve sessizlik içinde uzaktan uzağa akseden çanlar, hep bir ağızdan, tek düze bir uyumla, “Git, git, karına git!” sözünü tekrar ediyorlardı.
Ayağa kalktı, geldiği yoldan yürümeye başladı.
Belki de verdiği kati karardan dönmüştü. Çam ağaçlarının aralarından kimi zaman görünmeyerek kimi zaman ortaya çıkarak evine doğru süratle dönüyordu. Düşünceli bir yüz, üzgün bir hâl ile evine giderek eşine hiçbir şey söylemeden doğru odasına çıktı. Minderin üzerine kapanıp da hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayınca karısı büyük bir özen ve incelikle oda kapısını açarak "O kadar bağırarak ağlama. Kedilerimi mi korkutacaksın!" dedi.

Sami Paşazâde Sezai / Küçük Şeyler
İlgili Sayfalar


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Desteğiniz bizim için önemli. Daha iyi içerikler üretebilmemiz için hem "Takip Et" butonuna tıklayarak hem de yorumlarınızla bize destek olabilirsiniz. Ayrıca sayfaya daha rahat ulaşmak için sayfamızı sık kullanılanlar klasörüne eklemeyi unutmayınız.