Şehir Mektupları

Ahmet Rasim
Ahmet Rasim'in 1897-1899 yılları arasında Malumat gazetesinde yazdığı yazılardan oluşan eseri.
Yazıların büyük bir kısmı sohbet türündedir. 
Dört ciltlik eser, edebiyatımızdaki şehir yazılarının ilk örneğidir.
Eser, II. Abdülhamit dönemindeki İstanbul'un sosyal hayatı, kültürel yapısı, mekânları hakkında oldukça zengin bir kaynaktır.
Dönemin İstanbul ağzı yazılarda bütün incelikleriyle ustaca kullanılmıştır.
Eserde mizah unsuru ön plandadır.

Seçmeler

Birinci Mektup'tan...

Yeni gördüm ama ne garip şey, meğer kömürcüler karda, donda buram buram terler; tatlı, sıcak, güneşli havalarda da tiril tiril titrerlermiş. Geçenki soğuklarda bizim mahalledeki kömürcüyü görseydiniz şimdiki haline bakıp acır ve: 
— Zavallı adam! Kim bilir kaç aydan beri sıtma hastalığı çekiyor, derdiniz. Zavallı! "Bereket" dediği kömür tozlu kürkünü renkçe pek de farkı olmayan kulaklarına kadar çekmiş, iskemlesinde oturmuş, arpacık kumrusu gibi düşünüp duruyor. Birine bu halini sordum: 
— Fukaralık halidir ne yapsın, dedi. 
Diğerine sordum: 
— Hele bir kar yağsın da gör. Ne kabadayı olduğunu o zaman gösterir, dedi.

Dördüncü Mektup'tan...

Alafranga sofrada yemek kaç türlü yenebilir? sorusunu halletmek isteyenler Sponik’e buyursunlar. Frenk olmayıp da Frenklik hevesinde bulunan, alaturkadan usanan, fakat biraz züğürtçe olanların hepsi buradadır. Zira tabldot altı kuruşa. İçeriye girip de fesi veya şapkayı çıkarıp yarım saat evvel bilhassa taradığınız saçlarınızı gösterdiniz mi, derhal sizi Frenk zannediyorlar. Balık, et, hamur, birer birer geliyor. Artık o çatal bıçakların şak şakasını, o türlü Frenklerin lâklâkasını, tabakların taktakasını sormayın. Eğer sürahideki sular bir hafta daha duracak olursa Terkos’a has ufak, sarı, minik kurbağaların da vakvakası işitilecek. O kadar temiz!

Beşinci Mektup'tan...

Bayram geliyor. Düşünün babalar! Telâşın lüzumu yok! Masraf kapıları açılıyor! Fakat bunlar güzel günlere özel masraflardandır, kıskanılmaz. Sevine sevine alınır, giydirilir. Herkes herkesin gülüp sevinmesini ister. O ağlayan çocukları, bayram günü davulun arkası sıra gezerken arabalarda, beygirler, eşekler üzerinde giderken görseniz tanıyamazsınız. Bizimkiler de şimdiden ağlama darılma yok, ama böyle giderse gözyaşlarını anlatmaya biz de matbaada başlayacağız. Acaba öteki arkadaşlar ne haldedirler? Herkesin bayramda cebinde harçlığı olur, gazete yazarlarının bir parası bulunmaz. Sebebini soracak olursanız, onu da söyleyeyim. Sebebi; idarecilerin, bayram günü elemanlar matbaaya gelsinler de iş görülsün, diye para vermemeleridir.

On Birinci Mektup'tan...

Ben yüzme bilmediğim için, genelde Kalamış sahillerini severim. İsterseniz denizin ortasına kadar gidin, sular belden yukarıya çıkmaz. Hem biraz da sıcak olur. Fener de ondan aşağı kalmıyor. Bakırköy hamamlarında da bu kolaylık vardır. Köprü’ye hiç söz yok. Yalnız, ne zaman girsem altındaki döşemenin koparak Haliç’e doğru yüzmeye başlayacağı korkusu aklıma gelir...
Denizden bahsediyoruz ya. Bir hocanın zekâ inceliğini hatırladım.
Talebenin biri sorar:
— Hoca Efendi, boğulanlar niye denizin üzerine çıkıyorlar?
Hoca, bunun hikmetini birdenbire akıl edemez. Fakat o zeki öğrenciye inandırıcı bir cevap vermek zorunda bulunduğu için der ki:
— Çocuklar görsünler de ibret alsınlar diye.

On Dördüncü Mektup'tan...

Alafranga geçinen arkadaşlardan biri, geçenlerde Malumat’ın bir bahsi unutmakta olduğunu söyleyince çabucak sordum:
— O bahis, hangi bahistir?
— İspor.
— İspor mu?
— İspor ne demektir?
— İspor İngilizce bir kelimedir ki bizde koşu, yarış, müsabaka, güreş ve buna benzer eğlence ve oyunların hepsini içine alır. Hatta deniz ve kara avcılıkları da bunun içindedir. Ben açıklamaları aldım ya. Bu eksiği gidermek ve tamamlamak için, rast geldiğim, duyduğum şeyleri birer birer yazarak size mektup göndermeye karar verdim. Fakat ne garip tesadüf! Arkadaşımla havanın sıcaklığından, akşamın serinliğinden bahsede ede, Şişli’nin Maslak ve Zincirlikuyu taraflarına giden caddesinde yürüyorduk. Öteden, bir dumandır söktü. Süratte göz kamaştırıcı şimşeği andıran bir cin arabası görünmeye başladı. Sokaklarımızda alabildiğine gezen, garip hayvanlara ve insanlara bile ağzı açık saldıran köpeklerden birkaçı da ardını bırakmıyordu. Bu geliş öyle hır çıkarıcı gelişlerden değildi. Önde bir tekerlek, o tekerleğin çemberine teğet çekilen çizgi istikametine doğru eğilmiş bir vücut, ondan ötede yine bir tekerlek durmadan hareket ediyordu. Alet yaklaştıkça, binicisinin yüz hatları, kıyafeti, hali, tavrı apaçık beliriyordu. Uzunca, sarışın, kadınların bergamudi (sarımsı pembe) dedikleri rengin daha açık tonunda. Başında bu âleme mahsus damalı kasket, sırtında limon renkli, keten ve önü adeta yeleklerin yanlarını kapayacak derecede düğmeli bir ceket, ham ipekten yapılma bir gömlek var. Takma yakalı, püskül boyun bağlı, omuzları geniş, pazusu ve kürekkemiği adaleleri kuvvetli. Beline bir kuşak dolamış. Bir ucu kuşağa, öbürü Bismark renkli (Koyu kahverengiye çalan bir renk.) kısa pantolonunun cebine dalmış gümüş veya nikelden bir zincir. Ayaklarında, dizine kadar uzanan hafif kahverengi bir çorap ile alafranga çarık vardı. Terlemiş. Akşamın kararsız rüzgârı, velosipedin (bisikletin) ön tekerleğinin dönerek ve köpeklerin koşup havlayarak kaldırdığı tozu, durmadan yüzüne iade ediyordu. Çehresi kir içinde, koltuklarının altı akciğer ve karaciğerlerine doğru nemli bir zemin halinde idi. İspor, diye söylendim. Binici, bize gururlu bir bakışla bakarak yanımızdan hızla geçti. Göz açıp kapayıncaya kadar uzaklaşacak diye onu seyrederken, kasırgaya tutulmuşçasına, birkaç defa döner gibi oldu. Nazarımız değmiş olmalı ki biçare, edindiği süratin verdiği kuvvetle devrildi; alet bir tarafa, kendi bir tarafa, hendeğin yanına yuvarlandı. Bu hale acınır, değil mi? Fakat ben, gülmekten yanına gidemedim. Arkadaşım, o Frenklere mahsus tavrıyla yaklaşarak, Fransızca, kazanın neden ileri geldiğini sordu. Makinenin çivisi mi düşmüş, tekerleği mi eğrilmiş, velhâsıl bir şey olmuş. Geçmiş olsun, dedik. Meğer vaka bununla savuşmuyormuş. İşin daha dehşetlisi varmış. Makineyi kucaklayıp götürmeli imiş. Doğrusu ya! Yorgunluğun, düşmenin üzerine bu, yenir yutulur şey değil. Artık, böyle bir olaya rastladıktan sonra ne konuşulur? Arkadaşım, bu aletin Avrupa’da meydan verdiği eğlenceler hakkındaki ayrıntıları anlatmaya girişti. Aman Yarabbi! Velosiped deyip geçmeyiniz.

On Altıncı Mektup'tan...

Öncelikle görevimi yerine getireyim. Ey yüce okuyucular, Bayramınız mübarek olsun. Cenab-ı Hak İslâm ümmetini daima bir bayram saadeti içinde bulundursun, âmin. 
Gelelim şimdi konuya: Bayramda herkesin cebinde bulunur ya; benim inadına bulunmaz. Dün direktöre yazdım, aldırmadı. Akşama doğru kapıdan dokunaklı bir çehreyle girdim, çakmadı. Yavaş yavaş yanına sokuldum. Hemen bir iş buldu, yarım saat kadar başından savdı. Sonunda iş amana bindi. Konuşmaya giriştik. 
— Aman Müdür Bey, yarın bayram! 
— Ya! 
— Evet.
— Öyleyse erken gel. 
— Peki efendim, fakat... 
— Fakatı falan yok. Sen yaşlı başlı adamsın. Namazı kılar, kurbanı keser, bir parça kavurma çiğner, trene biner gelirsin. 
— Peki, ama ben daha kurban almadım. 
— Allah! Allah! Al efendim. 
— Param yok. Müdür suratını astı, fena halde içini çekerek: 
— Benim de. 
— O zaman ben de kurban kesemem. 
— Daha iyi ya! Öyleyse erken gelirsin. 
— Evet, erken geleyim. Şu parayı verseniz de ben gece de burada kalsam olmaz mı? 
— Param yok, demedim mi? Döndüm "Cepte bir mecidiye, üç çeyrek, yüz on para var" mısraını okuya okuya eve geldim. Şairlerden biri kurban bayramı yaklaşınca zenginlerden birine bir kasidecik yazarak: 
Sana kurban olayım nerde benim kurbanım demiş de evinin avlusu mandıraya dönmüş. Ben o kadar yalvardım da bir uyuz keçi bile alamadım.

Otuz Beşinci Mektup'tan...
(Ahmet Rasim kaleminden nasibini alan İstanbulluların yazara verdiği tepkiler...)

Sokakta gezmek mümkün değil. Hacı Reşid yakalar: 
— Seni küçük yaştan beri tanırım. Beni Dekadan olmuşum, diye yazmışsın. Benim yaşım buna elvermez. Yapma, günahtır, der. Hayalî Kâtip Salih, (Ünlü bir Karagözcü) gücenmiş gocunur. Hasan, “İlânlarıma bakma, seni de yazarlar” yolunda imalı sözler söyler. Küçük İsmail (Ortaoyunu sanatçısı) görünce, yan yan bakar. Ses ve saz sanatçıları, "Ne istedin de çalmadık? Bizi niçin sergiledin?" diye şikâyet ederler. Bakkal önlüğünü atmış, dükkândan fırlar: "Benim pastırmalarım, sucuklarım hilesiz inek etindendir. Kayseri’nindir. Mübarek günde alışverişimi durdurdun. Yazıktır oğlum, etme!" diye ter ter tepinir. Belediye memurları peşimde: "Ne zaman temizliğe dikkat ettin? Bizi ekmeğimizden mi edeceksin?" diye darılırlar. Köprü memurları: "Örtülü İslâm hanımlarına ağır lâf etmiyoruz. Sövüp sayarsak ağzımız kurusun!" diye garanti verirler. Arabacılar: "Ne yapalım? Yollar yokuş. Araba kendini alıp gidiyor. Para cezası vermekten imanımız gevredi!" diye söylenirler. Tramvaycılar: "Atlarımız cılız. Suç idarenindir. Sen yazdıkça bizden kesiyorlar!" şeklinde sızlanırlar...

Elli Dördüncü Mektup'tan...

Bazen dikkat ederim; hiç ufak param bulunmaz. Rumeli şimendiferi, halkın tam rahatını arzu ettiğinden dolayı, bilet parasının tamamı tamamına hazırlanmasını ve gişelerde para bozulmamasını âdet edinmiştir. Ne yapayım? Suratımı asar, biletçiye bir "Bonjur!" der, ondan sonrasını da Fransızca söylerim. Biletçi derhal mecidiyeyi bozar, şapkasını çıkarır, selamlar. Trende de öyle. Fransızca, Almanca bilirseniz kondüktörler sizi tıkız yere götürmezler, ayrı bir yer bulurlar...

İlgili Sayfalar

👉 Ahmet Rasim

👉 Sohbet Türü

Yararlanılan Kaynak

Şehir Mektupları, Ahmet Rasim, Antik Türk Klasikleri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Desteğiniz bizim için önemli. Daha iyi içerikler üretebilmemiz için hem "Takip Et" butonuna tıklayarak hem de yorumlarınızla bize destek olabilirsiniz. Ayrıca sayfaya daha rahat ulaşmak için sayfamızı sık kullanılanlar klasörüne eklemeyi unutmayınız.